Emekli bir resim öğretmeni olarak, üniversite yıllarında çok içi içe olduğum ekspresyonizmin, bugünlerde her baktığım yerde karşıma çıkması bir tesadüf mü, bilemiyorum?! Artık tepki veremez, hakkının ve doğrunun peşinden gidemez, karşı çıkamaz, direnemez hale getirilmiş Anadolu insanının baktığım her yerde ekspresyonist tasarımlarını görür oldum.. Öncelikle; ekspresyonizmin ne olduğunu hatırlatıp yazıma öyle devam edeyim..
Ekspresyonizm; resimde ve mimaride kesin kuralları reddeden, 1800’lerin sonunda doğmuş yenilikçi bir sanat akımıdır. Politik istikrarsızlık ve ekonomik çöküntü ortamında Almanya’da pozitivizm, natüralizm ve empresyonizm akımlarına karşı olarak ortaya çıkmıştır.
Ekspresyonistler, eserlerinde hislere dayalı içsel duyguları ifade etme yolunu seçmişlerdir. İnsanın günlük yaşamda karşılaştığı hüzün, şaşkınlık, bitkinlik, korku ve acı ya da sevinç, coşku, mutluluk gibi insana dair duygular, sanatçı duyarlılığı ile şekillenen eserlerin konusu olur..
Yani tepkiseldir. O yüzden Türkçeye DIŞAVURUMCULUK olarak tercüme edilmiştir.
Gelelim şimdi Türk işi dışavurumculuğa..
Yıllardır apartman kültürünün yerleşmiş olması gereken Türk toplumunda, metropollerde ve modern sitelerde dahi gözlemlediğim ve çok rahatsız olduğum bir konuyu paylaşmak istiyorum siz sevgili okurlarımla bugün..
O da; sokak kapısı önündeki ekspresyonist ayakkabı sergileri....
Kabalaşıp “semer altından da olsa, eşek yine aynı eşektir “ Ata sözünü söylemek istemiyor, tüm atalarımızı rahmetle anıyorum sadece...
Ve bu ekspresyonist sergilerde, bir izleyici olarak sanatçının eserini yorumlamak da biz diğer apartman sakinlerine kalıyor...
Mesela; kapı eşiğinde teki ters dönmüş 43 numara spor ayakkabının sahibinin ne kadar aceleci bir yapısı olduğunu, aradaki topuğuna basılmış, ucu sivri 41 numara ayakkabının sahibinin Çarşambalı olduğunu, çiftleri birbirine yapıştırıp çıkartılmış 37 numara ayakkabı sahibi ablamızın ne kadar titiz ve düzenli olduğunu, sağ önden bombe yapmış 40 numara botun sahibi teyzenin, yıllar önce incecik sivri topuklarla gezdiği zamanların acısını, şimdi halluks valgus denilen kemik çıkıntısıyla çıkardığını, diğer ayakkabıların altında kalmış çamurlu terliklerin sahibi teyzemizin, köyden geldiğini yorumlayarak, sergiyi gezmek, son zamanlardaki en büyük sanatsal etkinliğim oldu...
Bir keresinde asansörün kapısını açtığımızda, defalarca uyarmamıza rağmen, karşımızda belki 20 çift ayakkabı, bizim kapının önüne kadar gelmiş, eksprestyonist bir halde karşıladı bizi.. Tüm dışavurumculuğuyla.. Hiç unutmuyorum, eşim sinirle ayakkabıları öyle bir tekmeledi ki; her biri bir tarafa gitti sanat eserlerinin...
Bizim insanımız misafiri çok sever elbette biliriz. Bu yönümüzle de gurur duyarız. Misafir bereketiyle gelir, geldiği eve de, bereketini bırakır gider, bunu da biliriz.. Günümüz misafirleri de bereketiyle geliyor ama ayak kokusunu komşuya bırakıp gidiyor ne yazık ki... Hatta bazıları, evde ikram edilen şeker ve çikolataların kağıtlarını, bebeklerinin değiştirdikleri (....) bezlerini de, anı olarak bırakıp gidiyorlar asansörde ya da kapı önlerinde apartman sakinlerine... Bunları da sineye çekiyoruz ama bir de gecenin 2 sinde apartman koridorlarında bağıra bağıra vedalaşma merasimi yok mu? Vedalaşma arasına sıkıştırılan ikram edilen böreğin tarifi, enişteye alınan kazağın markası, oğlanın spor ayakkabısının alındığı indirimli alışveriş sitesinin adresi de, bir çırpıda apartman sakinlerinin belleklerinde yer buluyor kendisine... Misafirler bir sonraki görüşme için sözleşip ayrılırken, ev sahibi el sallıyor arkalarından misafirlerinin, bir sonraki buluşmaya dek onları Allah’a emanet ederek ...
Biz komşular da kaçan uykularımızın ardından el sallıyoruz ...
Sevgili misafirler, bize pek çok anı bırakırken, uykularımızı da alıp, arabalarına binip gidiyorlar mutlu mesut evlerine.
Bize de Ebru Gündeş’ten: ”Gel vefasız, gel vicdansız, çağırmazdım acil olmasa.... “ şarkısını söylemek kalıyor,eksprestyonist serginin ardından...